Kuru Fasulye Pişerken Dağılmaması İçin Ne Yapmak Lazım? Bir Felsefi Deneme
Bir filozofun mutfağa adım attığını düşünün. Elinde bir tahta kaşık, gözlerinde varoluşun ağırlığı. Tencerenin içinde kaynayan kuru fasulyeler sadece bir yemek değildir artık; onlar birer varlık, birer ahlak ve birer bilgi problemidir. “Kuru fasulye pişerken dağılmaması için ne yapmak lazım?” sorusu, bir yandan mutfak bilgeliğiyle ilgilidir; ama öte yandan, insanın doğa ile, bilgiyle ve kendi sabrıyla kurduğu ilişkinin de özüdür.
Epistemoloji: Bilginin Tuzlusu
Epistemoloji, yani bilginin doğası üzerine düşünmek, mutfakta da mümkündür. Fasulyenin dağılmaması için önce onun doğasını bilmek gerekir. Islanma, bekleme, ısı dengesi… Bunlar yalnızca bir tarifin parçaları değil, aynı zamanda bilginin biçimidir.
Bilgi, tıpkı fasulye gibi, aceleye gelmez. Suda bekletilmeden kaynatılan fasulye, tıpkı düşünülmeden söylenmiş bir söz gibidir — dağılır, anlamını kaybeder.
Bu noktada şu soru ortaya çıkar: Bilmek, gerçekten bir şeyi pişirmeyi öğrenmek midir, yoksa onun özünü sabırla bekleyebilmek midir?
Bilgiye susamış insan, fasulyeyi de, düşünceyi de ağır ateşte pişirir. Çünkü hakikat, tıpkı kuru fasulye gibi, zamana ve suya muhtaçtır.
Etik: Pişirme Ahlakı
Etik açıdan bakarsak, kuru fasulyenin dağılmaması meselesi bir tür ahlaki denge sorunudur. Çok kaynatırsan fasulye ezilir, az kaynatırsan pişmez. Ahlak da böyledir: ne çok katı, ne çok gevşek olmalıdır.
Pişirme sürecindeki özen, bir tür erdemli eylemdir. Aristoteles’in “altın orta” dediği şey, belki de tam burada gizlidir: ne çok sıcak, ne çok soğuk; ne fazla su, ne az sabır.
Bu durumda felsefi soru şudur: Ahlaki denge, ısıyı mı kontrol etmekte gizlidir, yoksa kendi iç ateşimizi mi yönetmekte?
Çünkü tencerenin başında sabırla bekleyen insan, aslında kendi doğasını da pişirmektedir. Etik, yalnızca eylemlerimizin değil, bekleyişimizin de ölçüsüdür.
Ontoloji: Fasulyenin Varlığı Üzerine
Ontoloji bize varlığın “ne olduğu”nu sorar. Peki fasulye nedir?
Bir bakliyat mı, bir yemek malzemesi mi, yoksa sabrın metaforu mu?
Pişerken dağılmayan fasulye, belki de varlığını koruyan insana benzer. Basınç altında bile dağılmamak, kimliğini koruyabilmek, varoluşun en temel biçimidir.
Kuru fasulye, ısı ve suyla karşılaşınca değişir ama yok olmaz. Tıpkı insan gibi, deneyimle olgunlaşır. Kaynayan tencerede fasulyenin dağılmaması, bir tür varoluşsal direniştir. Heidegger’in “varlık zamanla açığa çıkar” sözü burada yankılanır: Belki de fasulye, kaynayarak var olur.
Peki, soralım: Dağılmamak mı erdemdir, yoksa çözülüp bütünün bir parçası haline gelmek mi?
Bu, hem ontolojik hem de insani bir bilmecedir.
Pratik Bilgelik: Felsefeden Mutfağa
Evet, kuru fasulyenin dağılmaması için bazı somut adımlar vardır:
– Fasulyeyi akşamdan ıslatmak,
– İlk haşlama suyunu dökmek,
– Tuz ve asidi (örneğin salçayı veya domatesi) sonradan eklemek,
– Kısık ateşte sabırla pişirmek.
Ama bu sadece tarifin değil, yaşamın felsefesidir.
Bilgi, sabır ve denge olmadan hiçbir fasulye sağlam kalmaz; tıpkı insanın da düşünsel tutarlılığını koruyamaması gibi.
Sonuç: Pişmek mi, Dağılmamak mı?
Belki de soruyu tersine çevirmek gerekir: Dağılmamak mı önemlidir, yoksa pişmenin kendisi mi?
Çünkü bazen çözülmek de bir tür olgunluktur. İnsan da, fasulye de, kendi ısısında şekillenir.
Dağılmayan fasulye, bilgelik kazanmış bir varlıktır.
O, ne aceleyle pişirilmiş bir bilgi, ne de körü körüne kaynatılmış bir inançtır.
Kuru fasulye pişerken dağılmaması için gereken şey belki de şudur: Denge, sabır ve varlığa saygı.
Ve sonunda, filozofun tenceresinden sadece yemek değil, düşünce de taşar:
“Belki de biz, dağılmamayı değil; pişerken anlamlı kalmayı öğrenmeliyiz.”